cold-999972_960_720

Aaaaaa…Hocam oldu mu şimdi???

İngilizceyi zor öğrendim ben…

Kolejdeydim…12 yasında kendiliğinden konuşur yapmışlardı bizi… Konuşuyorduk ama ne konuşuyoruz, ne yapıyoruz, neyi nerede kullanıyoruz hiçbir şey bilmeden konuşur olmuştuk… Lisede Shakespeare okutmaya başladılar… İyi… Okuruz, tartışırız… İngilizceyi hiç düşünmeden okuduklarımızı yorumlarken, hangi gramer özelliğini nerede kullanıyoruz demeden lise bitti ve fakültede buldum kendimi…

İngilizce öğretmenliği okuyacağım, sanıyorum İngilizceyi biliyorum, sanıyorum artık öğrenilecek bir şey yok… E daha ne olsun; okuyorum, konuşuyorum, tartışıyorum… Black’leri, Milton’ları yemiş, Shakespeare’yi yutmuş insanım ben… Hönk… Yedi senede bitirebildim bu ukalalığımdan üniversiteyi… O her şeyi bilir halim, aslında hiçbir şeyi bilmez olduğumu anlayana kadar, her bildiğimi tekrar sorgulamam ve yeniden öğrenmem gerektiğini idrak edene kadar yedi sene uğraş vermemi gerektirdi ders notlarının arasında…

Ne işime yaradı bu? İyi bir İngilizce öğretmeni olmamı sağladı… Her şeyi bildiğimden değil, dile muhteşem hakim olduğumdan değil, her kelimeyi ezberimden çıkartıp, gramerin her noktasını virgüllediğimden değil; kendim o kadar zor öğrenmiştim ki dilin detaylarını kimin neyi anlamadığını, neyi karıştırdığını, nerede mantığının oturmadığını suratındaki bir mimikten bile anlayabilir olmamdandı… O şaşkın suratların hepsini kendim yıllarca aynada görmüştüm çünkü… Neyi kim en kısa yoldan nasıl öğrenir bilir olmuştum kendim hep önce en olmaz yolları denediğim, sonra da en olurunu yaratmak zorunda olduğum için…

Defalarca fakülteyi bırakmaya kalktım; zordu, zorlanıyordum, istemiyordum, sıkılmıştım, ben haklıydım, bu lanet olası yere girmek vardı da çıkmak yoktu sanki…

Ama başka yolum yoktu; mesleğime aşkım, yeni doğmuş oğluma örnek olmalığım, yeni boşanmışlıkla ödenmesi gereken faturalarla birleşince kendimle de defalarca küsüp barışıp, binlerce kez kaçışları yaşayıp diplomamı almama sebep oldu… Destek almayı, köstek olmayı, kendimi sınamayı, uykusuzlukla boğuşmayı, kendimle her gün savaşırken kendime rağmen var olmayı deneyimlediğim zamanlardan biriydi…

Sonra her gün şükrettim verdiğim çabalara, emeğe, savaşa… 3 yıl debelenmem bir ömür boyu nimeti getirmişti yanında…

Senelerce ders verdim… Senelerce her başı sıkışan ve inancını kaybeden ve pes etmek isteyen öğrencim benzer şeyler söyledi; ‘ Hocam siz nerden bileceksiniz ki, nerdeyse doğduğunuzdan beri konuyorsunuz bu lanet dili.’’ Bazen güldüm, bazen anlattım, ama o karşı tarafın hissini hep bilen oldum benzer söylemlerde…

Neden anlatıyorum bunları?

Hayatta da pek farklı değildi tutumum…

Ben zor öğrendim gülmeyi, dans etmeyi, koşulsuz sevmeyi, kendimi ortaya serebilmeyi, kendime değer verip, değerlerimi sahiplenmeyi…

Çok zor güvendim ben insanlara, kendime, güzelliğime, iyiliğime, sevilebilirliğime…

Çok zor başladım bir şeylere, çok çabuk bitirmek için çok çabalar verdim kendi içimde…

Doğru bildiklerime tutunup kalmak istedim hep, bolca yargıladım insanları ve değişmemek için nasıl güzel kullandım o muhteşem zekâmı…

Mutlu olmak bile bir tutkuysa, bir ömür bunun için çalıştığımı bilirken bile konu ona geldiğinde mutsuzluğumda kalabilmek için çok güzel harcadım bazen insanları, bazen de önüme çıkanları… Zorda kalırsam tıkıyıverdim kulaklarımı…

Her şeye bir cevabım vardı ve çok büyük bir keyifle zorlardım rahatlık alanımdan beni çıkarmak için el uzatanları… Isırıp bırakmazdım o elleri, koparırdım bazen; dilimin tatlılığı ölçüsündeydi yakabilirliği…

Ve bir gün geldi… Ölüyordum artık… Dünya tükürmek istedi beni üzerinden, oğlumla göz göze geldim bebekliğinde yeniden ve değişmekten başka şansım olmadığıyla böylece yüzleştim yerimden… Çok altüst ettim, yeri geldi çok söylendim, başaramayacağımdan çok korkup defalarca pes etmek istedim ama… Her içinden geçtiğimde, ilk içime çektiğim nefesle:’ hepsine deydi’ dedim olduğum yerden, mutsuzlumu yok edip hayatın berbat olduğu algısından çıkıp, mutlu bir bene ve muhteşem bir hayat algısına geçerken…

Nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun diyorlar bazen, nasıl bu kadar anlayışlı… Biliyorum çünkü mutsuzluğun o yıpratıcı, başka insanları da içine çekmek isteyen dansını…

‘ Hocam, siz nereden bileceksiniz ki? ‘ diyen öğrencilerim var hala… Bazen güldüğüm, bazen anlattığım…

Mutsuzluğa adanmışlığı bilirken, bu adanmışlığın tüm getirilerini bolca yaşamış ve yaşatmışken, mutluluğa ve keyfe ve aşka ve hayata adanmışlığa geçişimi kutluyorum bazen…

İki gündür kendimce zor bir dönemden geçerken, ‘hocam yakıştı mı size şimdi bu gözyaşı ‘ dedi bir dost kendince beni kendime getirmeye çalışırken…

Arkadaşlar, ‘bireysel gelişim ve dönüşüm koçu’ bile olsa adı sanırım ağaçta yetişmiyor hiç biri… Biri birinden önce yaşadı diye bir kaç deneyimi, her yolu denedikten sonra bulduysa labirentin yol veren köşesini ve tutuyorsa daha hızlı geçmek isteyenin elini, bu demek değil ki o da kendi içinde yaşamıyor hayatın yeni diye ona getirdiklerini, o yenilerin kıvranışla gelen benimsemesini…

Biz biriz, yolumuz tek, gözyaşı ise zaman zaman hepimizin misafiri…

Acıdan değil hiç biri, sadece yeniden doğumun müjdecisi…

Eylül 2010